27 Temmuz 2010 Salı

MİLAN KESİNLİKLE!


afallamış ve şaşkın bir haldeyim. onbeş yıllık siyasi sürgün döneminin ardından, paris'ten roma'ya döndüm. benimle italyan adaleti arasında kapatılmamış bazı eski hesaplardan dolayı tatilimi orada, hapiste geçiriyorum. ama beni afallatan ve şaşkınlığa düşüren bu değil: hapishane sürgüne gitmeden öncekinin tıpkı aynısı. öte taraftan, italyan toplumunda son onbeş yıl boyunca çok daha önemli bir şey değişime uğramış: o da futbol, o kadar ki, hiç bir şey anlayamaz haldeyim artık. içine düşmüş olduğum bunalım çok derin ve sakın dalga geçtiğimi ya da abarttığımı sanmayın. iyi bilinir ki italya'da, yaşayabilmek için futbolun havasını solumayı bilmek gerekiyor. bu ideal bir havadır, özgül bir jestle kurulur calcio'nun bir takımının taraftarı (tifoso) olmaya dayanır. bir klubün böylece taraftarı olmaktan bir hayat anlayışı ve bir değerler dünyası türeyecektir. paris-VIII üniversitesi'nde ders verdiğim sıralarda olympique marseille'in veya paris saint-germain'in durumunu bölüm sekreteri hélène dışında kimseyle tartışamıyordum, öteki hocaların hiç ipledikleri yoktu... burada roma'da, hapishanede, bütün tutuklular, gardiyanlar, memurlar ve ziyaretçiler, lig maçlarını takip eden her pazartesi ya da kupa maçlarını takip eden her perşembe günü konuşmaya kaçınılmaz olarak futboldan başlıyorlar. hapishanenin dışında da durum aynı. dünyanın başka herhangi bir yerinde bir café'nin müşterileri havaların nasıl gittiğinden de bahsedebilecek haldeyken, burada juventus, inter, napoli hakkında tartışıp, tarihi yeniden yazıp, yeni sıralamalar uydurup duruyorlar... italyanlar gırtlaklarına kadar futbola batmış durumdalar. afallamam ve şaşkınlığım işte bu bataklıktan geliyor: hüzünlü de olsa her şeyin değiştiğini kabul etmek zorundayım. sorun calcio'nun artık en üstün değere sahip olmaması değil, kesinliklerin epeydir yıkıma uğramış olması. bu uygarlığın gerçek bir bunalımı. bu değerler bunalımının, kesinliklerin bu altüst oluşunun üç örneğini vereceğim: eskiden, hangi klübün taraftarı olacağını seçerken (ya da aileden devralırken) insanlar neye göre karar alacaklarını bilirlerdi. milan ac, torino ve roma kent proletaryasının "kızıl" takımlarıydılar. öte taraftan inter milan, juventus ve lazio patronların takımıydı: milan'ın büyük finans burjuvazisinin, agnelli ailesinin ve torino'daki fiat grubunun, roma'nın mülk sahibi aristokrasisinin... maça gitmek hangi sınıfa ait olduğunun bilincine varmaktı, "tifo"yla özgül bir kent kültürünü ifade etmekti, bir kimlik kavgası vermekti. bu iman kuşaktan kuşağa geçiyordu. kızıl-siyah giysiler içinde çocukken babamla birlikte milan ac'nin maçlarına giderdik ve yetmişli yıllarda (ama bunu yargıçlarıma söylemeyin sakın!) milan kopunun, "kızıl-kara tugayların" kurucuları arasındaydım...

oğlumla iki kızımı, birinin erkek arkadaşının inter'i tutuyor olmasından şüphelenmeme rağmen aynı gelenekte yetiştirdim... artık bütün bunların hiçbir anlamı kalmadı. milan ac'yi berlusconi satın aldı ve eskiden olduğu gibi artık van basten'in, gullit'in veya rijkaard'ın sovyetik profillerini taşıyan tişörtlerini vermiyor, komünizmin kara kitabını armağan ediyor. "kızıl-kara tugaylar" artık milano hinterlandının milanolu olmaktan çok alman küçük patronlarından oluşuyor. öte yandan alfa romeo'nun işçileri (işten atılmamış olan pek azı) petrol patronu moratti'nin inter'ini tutuyorlar. kalbim sökülüyormuş gibi geliyor bana. ve bu hal her yerde aynı. burada, yani roma'da vatikan prenslerini, roma banliyölerinde yaşayanları ve mağrip göçmenlerini buluyorsunuz lazio'da. fc roma ise bakanlık üst düzey memurlarının, çokuluslu şirketlerin ve sivil toplum örgütlerinin (ngo'ların) takımı haline gelmiş. torino'dan bahsetmeye bile gerek yok: demokrat ve kızıl eski torino ikinci kümede ve juventus artık kalbi olmayan, sosyologların deyişiyle bir "hizmetler" kenti haline dönüşmüş, yalnızca her yerde çalıp duran çanlarıyla ayırdedilebilen torino'yu neredeyse tümüyle kolonileştirmiş...

ve "tifo"nun başkalaşımına dair ikinci örneğimle göstereceğim gibi bu da yeterli olmamış. eskiden kuzey'in büyük klüplerinin karşısında güney'in klüpleri vardı: palermo, cagliari, bari, lecce, avellino ... özellikle de napoli. yalnızca yerel büyük klüpler değildi bunlar, güney'in bütünleşmesinin en önemli sembolleriydiler. italya'nın birliği için futbol garibaldi'den fazlasını yapmıştır! ve iç göç yoğunlaştıkça güney'in taraftarları kuzey'in büyük takımlarının müttefikleri oldular. maradona'nın üç juventus'lu oyuncu arasından attığı muhteşem bir gol, ardından kalecinin üstünden aşırtma harika bir kafa golü... napoli kazandı ve aynı zamanda güney'in modernleştiğini kanıtlayıverdi... bugün herşey bitti.

birinci ligde artık güney yok ve bu yıl napoli ikinci kümeye düştü. niye şaşalım ki? güney tümden göçmüş bir halde; aktif nüfusun % 30'u işsiz durumda ve avrupa hiçbir zaman şimdiki kadar uzakta olmadı. (bu durumun bana biraz yardım ettiğini itiraf etmeliyim. bu rebibbia cezaevine gelirken, "milancı" imanımı ilan etmemin pek faydası olmayacağını, hatta kötü sonuçlara bile varabileceğini söyleyerek beni uyarmışlardı. kuzey'in büyük takımlarını hiç sevmeyen mahkumlarla ve gardiyanlarla birlikte olacaktım. bir süre, şu sefil futbol dünyasının çok üstünde kalan bir entellektüel edasıyla rengimi belli etmemeye çalıştım. ama sürekli olarak gözlendiğimi hissediyordum; sık sık tuzak sorularla karşılaşıyor, ne cevap vereceğimi bilemiyordum. bir gün aklıma harika bir fikir gelene kadar sürdü bu durum. bu cezaevinde lazio ve roma taraftarlarının yanında, önemli sayıda napolili de var: bu aralar kaderi tam bir sefalete dönüşmüş napoli'nin taraftarıymışım gibi davranırsam ne kaybederdim ki? üstelik bu yıl milan ac'nin durumu da o kadar parlak değilken.)

son örneğim ise bu yoksul ülkedeki dehşet verici değerler bunalımının asla sona ermediğini gösteriyor. insanlar, müthiş bir düşüş içinde olan italyan milli takımıyla gittikçe daha az ilgileniyorlar. kuşkusuz italyanlar milliyetçilikte pek ilerde insanlar değiller ve milli maçlar söylenirken birkaç cümleden fazlasını hatırlayabilecekler gerçekten çok fazla değil. ama milli takım karşısındaki kayıtsızlığın bu dereceye varabileceğini asla düşünmüyordum. henüz 1982 yılında, sürgüne gitmeden önce, işler şimdikinden çok farklıydı. o yaz italya madrid'de dünya kupasını kazanmıştı. yoldaşlarımla birlikte, gardiyanlarla ilişkilerin "sana küfredeyim, sen de beni patakla" türünden olduğu özel bir cumhuriyet cezaevindeydim o sıralarda. işte, zaferin yaşandığı gece hücrelerin kapılarını açtılar (bir sene önceki depremde bunu yapmamışlardı) ve tutuklularla gardiyanlar kucaklaşıp birlikte kadeh tokuşturdular. ama bugün hepimiz dünya pazarında yaşıyoruz. eğer bir inter taraftarına squadra azzurra'yı mı yoksa ronaldo'nun brezilya'sını mı, bir juventus taraftarına italya'yı mı yoksa zidane'ın fransa'sını mı tercih ettiğini sorar, aynı şeyi batistuta'nın arjantin'i, boksiç'in hırvatistan'ı için yaparsanız hangi cevabı alırsınız? gerçekten afallamış ve şaşkın bir haldeyim. çünkü ben de kendimi postmodern belirsizliğin girdabına kapılmış, futbolun globalleşmesinden büyülenmiş ve bunun sonucu olan değerler bunalımının içine gırtlağıma kadar batmış hissediyorum. ama hayır, şeytana uymayacağım; evet, dünya kupasında squadra azzurra'yı tutacağım (ve bunu yapmamın nedeninin, takımın temel direkleri maldini, costacurta ve albertini'nin milan ac oyuncuları olmaları olduğunu kimseye söylemeyeceğim.)

antonio negri, rebibbia cezaevi, 1 mayıs 1998

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...