5 Kasım 2010 Cuma

DÜNYANIN SONU


istanbul, çevresini yiyerek kontrolsüzce büyüyen bir dev. gördüğüm büyük şehirler arasında açık ara farkla en stresli olanı. şehre adımımı attığım ilk an; daha havaalanın çıkışında sigara içip yolcu kovalayan taksilere, taksi kovalayan yolculara baktığım sırada anadolu'dan istanbul'a gelen insanların kendilerini neden el ele tutuşmak zorunda hissettiklerini anlıyorum. dışarıdan gelen, kendini şehrin dışında hisseden bir insanın kendini rahat ya da güvende hissetmesi olanaksız - ta ki gün gelip istanbul tarafından yutulana, "istanbullu" olana kadar.

"istanbullu" olduğunuzda (ya da benim gibi "istanbullu" doğmuşsanız), şehrin gürültüsü ve insan düşmanı vahşeti ortadan kalkmıyor. istanbul hiç durmadan, yedi gün yirmi dört saat stres üreten bir endüstri kompleksi. tek değişen "istanbullulaşmış" bünyenin strese dair farkındalık eşiğinin yüksekliği. sürekli gerginsiniz, ama kendi gerginliğinizin bilincinde değilsiniz. nasıl insan ancak çok ses çıkaran bir makineyi kapattığında, sessizliğe kavuştuğunda gürültünün aslına ne kadar rahatsızlık verici olduğunu kavrar, işte "istanbullulaşmış" insan ancak canavarın kollarından kendini kurtarıp şehrin dışına kaçtığında "katlanılmaz" bir şeye katlandığının farkına varıyor.

çoğu istanbullu'nun şehrin stresinden kaçma mekanı adalardır. eminönü ya da bostancı'dan kalkan vapur şehri aheste aheste geride bırakır ve arabaların, ışıklı reklam tabelalarının, -eğer pazar günü gitme aptallığından muzdarip değilseniz - kalabalıkların yerlerini denize, ağaçlara ve sessizliğe bıraktığı bir vahadır adalar. ama vahada olan her insan gibi siz de çevrenizin çöl olduğunu unutamazsınız bir an için olsun. geri döneceğinizi, vapurun eminönü'de iskeleye yanaşacağını ve şehrin harala gürelesinin yeniden çevrenizi saracağını bilirsiniz. adalar, istanbul'un central park'ıdır. şehrin içinde, şehrin katlanılabilir olmasını sağlar - her ne kadar central park'ın aksine şehir planlamacılığının ürünü değil, istanbul'un her şeyi yutarak genişlemesinde, evde toz alırken unutulmuş, atlanmış bir nokta gibi kalsalar da...

benim kaçtığım yer adalar değil, anadolu kavağı oldu hep. beykoz'da şehri terkedip, virajlı orman yolundan kavak'a ulaşmak, gerçekten şehrin dışına çıkmaktı çünkü. nürnberg'in - zaman zaman can sıkıcı düzeye ulaşan - sakinliğinden kopup da, bir anda yıllar sonra istanbul'un stresinin içinende bulunca lendimi, yine anadolu kavağı'na kaçtım. bu kez deniz yolundan. boğaz boyunca suyun kenarına dizilmiş ("yayılmış" mı demeliyim yoksa?) yalıların içimde yarattığı hissi daha önce anlatmıştım, ama sonunun iyi biteceğini bildiğim bir filmde protagonistlerin başından geçenleri ciddiye al(a)mamak gibiydi yalılar'da somutlanan zenginliği izleyişim. vapur, en sonunda anadolu kavağı'nın küçük iskelesine yanaştığında hızla tepeyi tırmandım - hedefimden şaşmadan: ceneviz kalesi...

şehrin artık "olmadığı" yerde, ceneviz kalesi'nin eteğinde açılan caféler, şehrin aslında hiç bitmediğini, hiç bitmeyeceğini, birgün sığınağımı da yutacağını fısıldasa da, tıkadım kulaklarımı. ceneviz kalesi'nden aşağıya baktığımda boğaz karadeniz'e kavuşuyordu, şehir bitmiş, yerini ufka kadar uzanan karadeniz'e bırakmıştı her zaman olduğu gibi...

rahatlamıştım ve yıllardır olduğu gibi "şimdiye kadar her şey yolunda" dedim. ellinci kattan aşağıya düşüşümüzün kaçıncı katındaydı karadeniz'in istanbul'a uzanan kollarına ilk kaçışım ve bugün kaçıncı kattayız, bilmiyorum, ama her kaçışımda "şimdiye kadar her şey yolunda"ydı. her istanbullu gibi içgüdüsel olarak bilsem de "önemli olan(ın) düşüş değil, yere çakılma anı olduğu"nu...

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...