27 Temmuz 2011 Çarşamba

A.C.A.B. - XXXVIII

  
daha önce acab'nin teorik açılımını gerçekleştirmiştik, böylece teoriyle pratik arasındaki bağı kurmuş olalım...

23 Temmuz 2011 Cumartesi

FAHİŞELER


petkanov, devlet savunma avukatları milanova ve zlatarova ile işbirliği yapmayı reddettiği için, iddia ve savunma makamları arasındaki olağan sayılan mesleki nezaket görüşmelerinin, bizzat sanıkla yapılması gerekeceğine karar verildi. bu yüzden, celse ertelendiğinde petro solinski savunma makamının görmeye hakkı olduğu belgeleri de yanına alarak adalet bakanlığı'nın (eski devlet güvenlik dairesi) altıncı katına gitti. günün bu ikinci karşılaşmasında eski başkan oldukça rahatlamış görünüyordu, ama bu daha istekli olduğu anlamına gelmiyordu.

her sabah bir milis, stoyo petkanov'a beş ulusal gazeteyi getiriyor ve onları bir yığın halinde masasının üzerine koyuyordu. her sabah petkanov, sosyalist (eski komünist) parti'nin borazanı olan gerçek gazetesini seçip alıyor, ulus, halk, özgürlük ve özgür zamanlar adlarını taşıyan öteki gazetelere dokunmadan öylece bırakıyordu.

"şeytanın diyecekleriyle ilgilenmiyor musunuz?" diye kayıtsızca sordu solinski bir öğleden sonra, petkanov'u parti incilinin üzerinde iki büklüm bir halde bulduğunda.

"şeytan mı?"

"özgür basınımızın gazetecileri."

"özgür, özgür. bu sözcüğü tam bir fetiş haline çevirmişsiniz. kamışınızı kaldırıyor mu bu sözcük? özgürlükmüş, pantolonunun kıpırdadığını görelim, solinski."

"şimdi mahkemede değilsiniz. izleyen hiç kimse yok." yalnızca sağır dilsiz rolü yapan bir askerden başka.

"özgürlük," dedi petkanov vurgulayarak, "özgürlük çoğunluğun iradesine uymaya dayanır."

solinski önce yanıt vermedi. bu cümleyi daha önce duymuştu ve bu cümle ona dehşet veriyordu. sonunda, "buna gerçekten inanıyor musunuz?" diye mırıldandı.

"özgürlük dediğiniz her şey yalnızca sosyal seçkinler tabakasının ayrıcalığıdır."

"parti üyelerinin yararlandıkları özel dükkanlar gibi mi? onlar çoğunluğun iradesine uyuyorlar mıydı?"

petkanov gazeteyi elinden bıraktı. "gazeteciler fahişedirler. ben kendi fahişelerimi yeğlerim."

başsavcı bu karşılıklı söz dalaşını umut kırıcı ancak yararlı buldu. rakibini tanıması, onu hissetmesi, önceden görülemeyen  yanlarını önceden görmeyi öğrenmesi gerekiyordu. bu yüzden sözünü bilgiççe sayılabilecek makul bir tonda sürdürdü, "kategori farklılıkları vardır, biliyorsunuz. belki de davanızı özgür zamanlar'da okumalısınız. herkesin benimsediği tutumu benimsemiyor bu gazete."

"kendimi bu sıkıntıdan kurtarabilir ve bunu yapmak yerine başımdan aşağı bir kova bok dökebilirim."

"anlamak istemiyorsunuz, değil mi?"

"solinski, bu tartışmanın beni ne kadar usandırdığı konusunda en ufak bir fikriniz yok. biz bütün bunları onyıllar önce düşündük ve doğru sonuçlara vardık. birkaç ay boyunca topaç gibi döndükten sonra, baban bile kabul etti bunu. ona içten selamlarımı ilettin mi?"

"'özgür gazete' sözcükleri sizin için hiçbir anlam ifade etmiyor, değil mi?"

başsavcı sanki yeryüzünün düz mü, yoksa yuvarlak mı olduğu kuramını tartışıyormuş gibi, petkanov abartılı bir duygusallıkla iç çekti. "bu bir çelişkidir. bütün gazeteler bir partiye, bir çıkara aittirler. ya kapitalistlere ya da halka. bunun farkına varmamış olmanız beni şaşırtıyor."

"yazdıkları gazetelerin sahibi olan gazeteciler var."

"o zaman bunların temsil ettikleri parti, partilerin en kötüsüdür, bencilliğin partisidir. burjuva bireyselciliğinin saf bir ifadesi."

"bunu öğrenmek size şaşırtıcı gelebilir, ama bir de çeşitli konular üzerindeki görüşlerini değiştiren gazeteciler var. kendi sonuçlarına varma, sonra bu sonuçları inceleme, derken yeniden inceleme özgürlüğüne sahip olan ve görüşlerini değiştiren gazeteciler."

"güvenilmez fahişeler, demek istiyorsunuz," dedi petkanov. "nevrotik fahişeler."


julian barnes, oklukirpi

22 Temmuz 2011 Cuma

DEVLETİM BEN, ÖLDÜRÜRÜM


20-22 temmuz 2001 tarihlerinde italya'nın cenova şehri, dünya ekonomisinin yönünü belirleme görevini ve hakkını kendine vermiş sekiz büyük kapitalist devletin toplantısına sahne oluyordu. ancak, "dünyanın efendileri" yanlız değildi. cenova sosyal forumu'nun çağrısına dünyanın dört bir yanından sayısız insan kulak vermiş, g-8 devletlerinin emperyalist politikalarına ve kapitalizme "artık yeter!" demek için şehrin sokaklarını doldurmuştu. g-8 zirvesi ile eylemlerin başladığı o uğursuz 20 temmuz günü, 23 yaşındaki antikapitalist eylemci carlo giuliani, 20 yaşındaki carabiniere mario placanica'nın kafasına nişan alarak ateşlediği tüfekten çıkan bir kurşunla hayatını yitirdi.

mario placanica, daha sonra mahkemede verdiği ifadede carlo'yu öldürmek niyetinde olmadığını, korkup telaşa kapıldığını ve uyarı amaçlı havaya iki el ateş ettiğini söyleyecekti. 5 mayıs 2003 günü mahkeme, placanica'nın suçsuz olduğuna karar verdi. italyan devleti tarafından 20 yaşındaki carabiniere'yi beraat ettirmekle görevlendirilen hakim elena daloiso; placanica'nın "uyarı ateşi" açmasının meşru müdafaa olduğunu, tüfekten çıkan kurşunlardan birinin atılan bir taştan sekerek carlo giuliani'ye isabet ettiğini söyleyerek kararını açıkladı.

beraat etmesinin üstünden iki yıl geçtikten sonra placanica, sağlık sorunları nedeniyle(!) işten çıkarılacaktı. carlo'nun ailesi olayın peşini bırakmak istemiyordu. 2009 ağustos'unda, avrupa insan hakları mahkemesi, "meşru müdafaa" kararını onadığını açıkladı.

carlo'nun ölümü de, devlet terörünün öldürdüğü birçok örneğin yanında yerini alarak, hafızamıza kazındı. italyan devleti - devlet olmasının gereğini yaparak - öldürdü. ve avrupa insan hakları mahkemesi de, insan haklarının kimler ve hangi durumlar için geçerli olmadığını ortaya koydu. avrupa birliği, insan hakları ve demokrasi masalını sosyalizm adına pazarlayanların suratındaki sırıtıştaysa hala bir değişikliğe rastlanmadı...

unutmamalı ki, "fareli köyün kavalcısı"nın başrolünde asla kavalcı olmadı...

16 Temmuz 2011 Cumartesi

DIDISININ DIDISI


ömer laçiner'in, birikim dergisi'nin - kendi sözleriyle - "sosyalist sıfatlı mikrokozmos"a veda yazısıyla türkiye'de sol açısından bir dönemin kapandığı resmen ilan edilmiş oldu. böylece, ergenekon davası ve referandum süreciyle gittikçe gerilen tarihsel bağ, inceldiği yerden kopmuş oldu. yaşanan gerilim dolayısıyla karşılıklı olarak zaten sertleşmiş olan dil (bu noktada dsip'in doğan tarkan'ın "nasyonal sosyalist" küfründe doruğa çıkan hakaret çiğliğini sertleşme sarmalının dışında bir noktaya koymak gerek), malumun ilamıyla, birikim çevresine karşı - yılların saygı ilişkisinden kaynaklanan son çekincelerin de ortadan kalkmasıyla - bir "atış serbest" durumuna bıraktı.

söz konusu gerilimin ve kopuşun en büyük kurbanları, ne birikim, ne de ortodoks sol oldu. yirminci yüzyıla damgasını vuran reel sosyalizm deneyimlerinde - castoriadis'in deyimiyle - "sosyalizmin ne olmadığı"nı gören ve bu noktadan hareketle "sosyalizmi yeniden tanımlama" iddiasını - birikim'in bu cümleye yüklediği anlamı paylaşmasalar da - benimseyen, insanlığın özgür ve kardeşçe yaşayacağı bir dünyanın temellerini atacak bir devrim hayalinin (ki bugün için gerçekten bir hayaldir) peşini bırakmayan insanlar, bu sürecin gerçek kaybedenleri oldular. "taraf olmayan bertaraf olsun" şiarı eşliğinde tartış(ma)ma, bok atma ve sidik yarışı ritüellerinin egemen olduğu gündemlerde hep olduğu gibi, kendini ne oraya, ne de buraya ait hissedebildiğinden taraf olamayan, kendi cephesini açmaya da gücü yetmeyenler fillerin tepişmesine çimen oldular.

bir yanda gelenek(çi)ler kendilerini (kökten) muhalif siyaset yapmanın önkoşulu olarak dayatır, diğer yandan geleneğe muhalefet fikri (ya da imajı mı demeli?) akp destekçiliğine teslim edilerek, kapitalizme ve egemenlerine muhalefet nosyonundan yoksun bırakılırken, soldaki siyasi tartışma alanı sesimizi duyuramayacağımız kadar daraldı. kah "ezber bozanlar" tarafından "ergenekoncu" ilan edildik, kah "ezberlediğini unutmamakta diretenler" tarafından liberal.

cepheler oluşturulur, siperler kazılırken sınırları çizen keçeli kalemlerin ucu o kadar kalındı ki, birçok ayrıntı görünmez oldu/kılındı: birikim'in türkiye'de solun düşünce dünyasını genişleterek yaptığı katkı unutturulmak istendi örneğin. ya da devrimci yol kökenli örgütlenmelerin - özellikle de ödp'nin - birikim'i bugün vardığı noktaya götüren yolun ne kadarına eşlik etmiş olduğu. (bugün, ödp'nin eski-yeni hiçbir şey söyleyemez hale gelmiş olması, "deniz feneri"ni kaybetmiş olmasından değil midir?)

girdiği yol "yetmez ama evet"te nihayetine ulaşan çevrenin (burada dsip'i - başkalarının siyasetine eklemlenme noktasında uluslarası bir geleneğe dayandığından - yine ayrı tutuyorum), kendini geleneksel (ve gelenekçi) soldan uzaklaştıran ilk adım mahkum edilmek istendi. (yöntem ve amaç açısından) devletin vatandaşına kemalizm anlatmasından bir farkı olmayan eğitim çalışmalarına sığmayacak düşünce ve içerikleri dolaşıma sokmak "ilk günah"tı."marx-engels-lenin-stalin-(hadi kimsenin kalbi kırılmasın)mao bize yeter"ken bourdieu, castoriadis, bloch, mouffe'la kafa karıştırmaya ne gerek vardı? (bugün birikim tartışmalarında en önemli referans olan althusser'i, gramsci'yi yorumlama tekelini "belgegiller"e bırakmak gerçekten zekice bir hamleydi, hakkını vermek gerek.) varılan noktanın, atılan ilk adım(lar)ın değil, son düzlük geçilip yokuş aşağı gidilmeye başlayana değin hiçbiri tek başına zorunlu olmayan adımlardan oluşan bir dizinin sonucu olduğunu unutturmak, ortodoksiden ötesi iktidarlarını tehdit edeceklerin çıkarına(ydı). akvaryumda büyük balık olma ayrıcalığını kaybetmek en büyük korkusu olan muktedirler, çıkarlarını savundu, savunuyor. (her düzende, dolayısıyla kapitalizmde de, iktidar sahipleri, "devrimci durum"lar haricinde ezilenlerden daha gelişkin bir "sınıf bilinci"ne sahiptir.)

ancak dünya "filler ve çimen"den ibaret değildir, derdim hayvanlar alemi belgeseli yazmak değil, ama "akbaba"ları unutmamak bugün mikrokozmosumuzun işleyişini biraz olsun kavramak için elzem. zira fillerden biri - (devrimci/radikal) soldan bakıldığında - devrilmiş gözüküyor. aldığı yaralara rağmen ayakta kalmayı (hala) başaran diğer fil üstünde tepinedursun akbabalar da ganimetten paylarını almak için üşüşmeye başladılar.

derdim, "belgegiller"i savunmak değil, zira bugün özgürlükçü bir sol tasavvur ederken, söz konusu çevrenin özgürlükçülüğünün de, solculuğunun da ancak tırnak içinde varolabileceğini unutmamak gerek. ancak eleştirinin, hem de yoldaşa, arkadaşa yapılan tarzda değil, karşıdan, karşı cepheden yapılacak bir eleştirinin zorunluluğu, her eleştireni kendiliğinden haklı kılmıyor. eleştirinin içeriği ve eleştirenin niyeti de önemli.

özgür ve kardeşçe bir yaşamın hüküm sürdüğü başka bir dünya hayalini canlı tutmak isteyenlerin duygularını kullanarak, içeriğin ancak retoriğe güç katacağı ölçüde değerli olduğu "eleştiri"ler formüle edenler; solun, devrimin, geleceğini umduğumuz güzel günlerin değil, devrilmiş filin leşinden koparacakları et parçalarının, solda prim yaptığı ölçüde "belgegiller"e yönelttikleri "eleştiri" oklarının rantını yeme derdinde.

fillere dair daha söylenecek çok söz var. tıpkı umarım daha yazı yazılacak nice gün olacağı gibi. akbabalardansa dost, arkadaş, yoldaş olmayacağını bilmek için daha - türkiye'de toplumsal bir güç olarak - ayağa dahi kalkamamışken, düşeceğimiz günleri beklemeye gerek yok. gün gelir, devran dönerse, akvaryumda rant peşinde koşanlar okyanusa açılmayı başarırlarsa, çıkarları uğruna toplumsal iktidarlara yanaşmaktan kaçınmayacaklarını "belge"leyeceklerdir.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

İSVİÇRE'DEN IRKÇI AFİŞLER

"güvenliği sağlamak"

"stop -minare yasağına evet!"

svp - "die schweizer volkspartei" ("isviçre halk partisi"), 2007 seçimlerinde yüzde 29 oy alarak ülkenin en büyük meclis grubuna sahip partisi oldu...

4 Temmuz 2011 Pazartesi

TÜRKİYE'DE SOL VE SEÇİMLER


seçim dönemleri, gündemin siyasileşmesi, siyaset günlük yaşamlarında büyük bir yer tutmayan insanların siyasi söylemlere daha açık hale gelmesi açısından özel dönemler. dolayısıyla gerek seçim dönemlerini değerlendirirken, gerekse bu dönemlerde siyaset yaparken normal kıstaslara göre hareket etmek yanıltıcı olur. özel koşullarda üretilen özel siyasetin klasik örneği, parlamenter demokrasiye karşı olan birçok örgütün, derginin vs. artan siyasileşmeyi büyük ölçüde apolitik insanlara ulaşmak için bir şans olarak görmesi. (kitleselleşme olanağı olmadığından ve bu baştan bilindiğinden) sembolik karaktere sahip "boykot" çağrıları, söz konusu çabanın en idealtipik biçimini oluşturuyor. ancak seçim dönemlerinin, kamusal alanda görünürlüğü oldukça kısıtlı kalmış radikal içeriklerin "sıradan vatandaş"a ulaştırılmasını kolaylaştıran özel, hipersiyasi dönemler olarak genellemek de hatalı olur. "laik chp - islamcı akp" örneğinde olduğu gibi anaakım siyasetin polarizasyonunun arttığı seçimlerde, bu iki pozisyonun dışında kalanların görünürlüğü (ya da algılanabilirliği, benimsenebilirliği) dibe vuruyor.

kısa bir süre önce geride bıraktığımız 2011 tbmm seçimleri, üç buçuk partilik bir sistemin köklerini daha derine salmasına tanıklık etti. seçim, iki ana eksende gerçekleşti: bir yanda "laik"-"anti-laik" gerilimi (ki bu gerilim akp ve chp'nin konumlandığı hattı büyük ölçüde belirledi) ve - radikal solun büyük bir kesiminin de desteğini alan - kürt hareketi'nin özel gündemi. mhp'nin oy kaybetmesinin nedenleri, seks kasetleri vb. günlük skandallardan çok akp-chp kutupları arasındaki salınmasının yüksek polarizasyona kurban gitmesinde ve kürt hareketi'ne "karşı ağırlık" oluşturma tekelini koruyamamasında aranmalı. (aslında mhp 2011'de oy sayısını, 2007'dekine oranla 500 bin arttırdı, ancak artan polarizasyona bağlı olarak seçime katılımın artması sonucunda oy oranı düştü.)

niyetim, genel bir seçim analizi yapmak değil, seçim öncesinde söyleyemediklerimi bugün dile getirmek. seçim sonuçlanana dek susmayı tercih ettim, zira bir yandan "sırttan hançerleyen" bir sabotör gibi algılanmaktan çekindim, diğer yandan insanların - başka şeylerle ilgilenemeyecek kadar - seçimlere yoğunlaştığı bir ortamda kimsenin eleştirel bir sese kulak vermeyeceğinin farkındaydım.

2007'de ufuk uras'ın "solun ortak adayı" olarak meclise girmesinden bu yana, türkiye radikal solunun büyük bir kesiminin siyasetinde tbmm seçimlerinin tuttuğu yer inanılmaz biçimde büyüdü. ufuk uras'ın ortak adaylığının ancak tırnak içinde kaldığının 2007 seçimlerini izleyen yasama döneminde iyiden iyiye ortaya çıkması, parlamenter siyasetin radikal sol açısından ne kadar anlamlı olduğu üstüne genel bir tartışmayı gündeme getirmek yerine, uras'ın kişiliğinde "çözüldü". 2011'de ortak adaylığı tırnak içinde kalmayacak isimlerle aynı pratik (radikal solun, kürt hareketinden "ödünç aldığı" oylarla ve kendine kendine yaptığı propagandayı yoğunlaştırmasıyla meclise girmesi) tekrarlandı.

kürt hareketi'yle giriştiği seçim bloğunun, iki hareketin denkler arası bir ilişki geliştirme olanağından yoksun olmaları sebebiyle, radikal solun zaten zayıf olan profilini daha da zayıflatması, başlı başına bir yazı konusu olabilir. ancak şimdilik bu belirtmeyle yetineceğim. zira esas sorun bundan çok daha büyük: antikapitalist solun, onyıllardır içinden çıkamadığı tıkanıklığı aşmanın yolunu seçimlerde ve mecliste araması.

derdim, tüm sığlığıyla yasal-yasadışı siyaset tartışmasına eklemlenmek değil. (çünkü, yasallığı ve yasadışılığı tanımlama hakkı devletin, daha doğrusu toplumsal iktidarı elinde bulunduran seçkinlerin tekelindeyken, bu tartışmanın kendisi anlamsız. yasal alanda siyaset yapmanın karşısına yasadışılık fetişi konuluyor, yasal alana sıkışmama önerisi değil.) sorun, en önemli işlevi, toplumsal iktidardan dışlananlara, ezilenlere ve sömürülenlere, potansiyel olarak bir karşı-iktidar olma, toplumsal iktidardan kendilerine düşen payı alma olanağı olan radikal solun, tam da "sıradan" insanları dışlama işlevini gören o iktidar mekanizmasının göbeğine kendini fırlatması.

cornelius castoriadis, iktidarın doğrudan demokratik olarak örgütlenmesini savunduğu yazılarından birinde birer iktidar örgütlenmesi olarak işçi konseylerinin ve parlamentonun karakterini şöyle tarif ediyor: "işçi konseyleri, çalışan insanları temsil etmek için tasarlanmıştır, ancak bu işlevi yerine getirmeyi bırakabilirler. parlamento, halkı temsil etmemek için tasarlanmıştır ve bu işlevi yerine getirmeyi asla bırakmaz."

parlamentonun, "sıradan"lara karşı "seçkin"lerin çıkarlarını korumakla yükümlü olduğunun en açık örneklerinden birini, geçtiğimiz günlerde yunanistan verdi. toplumun çoğunluğunun karşı olduğu, çalışan nüfusun haklarını budayan "önlem paketi", yürüyüşlerden sokak çatışmalarına, hatta genel grevlere varan eylemlere karşın meclisten geçti. bunun sonucu, yunanistan'da anaakım siyasetin krizi olacaktır. yalnızca iktidardaki pasok'un değil, ana muhalefet partisi nea demokratia'nın da bu krizden "kaybeden" olarak çıkması ihtimaller dahilinde. ancak anaakım siyasetin, parlamentonun ve partilerin, meşruiyet erozyonuna uğramalarının nedeni, söz konusu öznelerin halkı temsil etmeyi bırakmış olmalarında değil, halkı temsil ediyormuş gibi yapmayı artık becerememelerinde yatıyor. tetiği çeken, komünist parti'nin yıllardır mecliste debelenmesi değil, tam da siyasetin meclis sınırlarının dışına, sokağa taşması, "sıradan"ların eline geçmesidir.

radikal solun türkiye'de, özellikle de böylesine güçsüzken, seçimlere ve meclise yoğunlaşması, "sıradan" insanların hareketini örme hayalinden (ki türkiye'de bugün için gerçekten de bir hayalden ibaret) uzaklaşmasından başka anlama gelmiyor.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...